BGBŞ-4


İşte bu o şarkılardan biri.
"Give us a little love, we never had enough."

Belkilerim

Hayata karşı bir duruşumuz olsun istiyoruz hepimiz. Bunun için belli bir yaştan itibaren bazı karakteristik özellikler geliştirmeye başlıyoruz. Bazı özellikler diğerlerinden sıyrılarak öne geçiyor ve ismimiz söylendiğinde akla ilk gelen sıfatlar topluluğuna katılıyor. Bunların yanında bir de yaşadığımız olaylar yüzünden kendiliğinden gelişen özellikler var ki genelde kimse bunlara sahip olmaktan hoşlanmaz. Bu tip özelliklerden biri de benim hayatımı ele geçirmiş durumda, kararsızlığım.

Bir gün beni uyumadan önceki düşünce anında boğarak öldürecek, korkuyorum.

Saykodelik Yanlarım

Ipoduna on beş can yakan şarkıyı aynı anda atıp 'Recently Added' listesi dışına çıkmayan kız benim şu günlerde. Kendime işkence etmeyi sevmiyorum ama fazla normal bir yaşam sürerken üzülecek birçok şeyim olduğu aklıma geliyor. Sonra da onların bir kez daha aklımdan çıkmamasını sağlamak için böyle yöntemlere başvuruyorum.

BGBŞ-3


Beth Ditto ile biraz da dans edelim.
"We can play it safe or play it cool"

Dreäm

Şu bunaltan sıcakta okuldaydık. Öğle arasında D ile sadece güneşten saklanabileceğimiz bir yer arıyorduk. İki tarafı da çınar ağaçlarıyla kaplı dar ve kimsesiz yolda oranın esrarengiz havasıyla uyumlu bir şeye rastadık. "Dreäm"

Kenarda genelde oturmak için kullandığımız büyük bir taşın üstünde boynu bükük duruyordu. "Aa biri defterini unutmuş!" deyip yanına gittik. Sayfaları çevirmeye başladık. Yarısına bile gelinmemiş ama her sayfası aşkla dolu bir günlük. Fark ettiğimiz anda da bıraktık. Okuyabildiklerimiz sadece: "Hiç kimsem yok.", "Benim için hala muhteşem birisin." cümleleriydi. İçimizdeki büyük isteğe rağmen onu bıraktık ve gittik. Koca iki saat oyunca benim de D'nin de aklı hep ondaydı. Unutulmuş muydu bırakılmış mıydı bilmiyorduk. Birileri onu gelip alacak mı bilmiyorduk.

Bir sonraki arada kontrol etmek için yine o yola gittik. Defterin başında üç kişi vardı ve büyük bir dikkatle okuyorlardı. Sahibi olup olmadıklarını anlamak için bir köşede sinsice bekledik. Gittiler. Defteri de aldıkları yere bırakmışlar. Artık daha fazla dayanamayıp okumaya başladık. Büyük acılar çekiyordu günlüğün sahibi. Kıskançtı, alıngandı ama çok aşıktı. Ve ayrılık onu yiyip bitiryordu. O aşık olduğu kişiye seslenirken her cümlesinde biz daha da etkileniyorduk. Son yazılmış sayfa o kadar gizemliydi ki kafamızda defterin orda kasıtlı olarak mı bırakıldığı yoksa unutulmuş mu olduğu sorusu doğdu.

Bizden önce okuyanlar oraya çok tatlı bir not yazmıştı, biz de şunu yazdık:
"Sevgili E,
Bu defteri burda unuttun mu yoksa bıraktın mı anlayamadık. Yine de aşkına tanık olabilidiğimiz için kendimizi şanslı hissettik.Seni tanımamamıza rağmen daha fazla üzülmeni istemiyoruz. Bu günlüğü unuttuğun gibi S'yi de unut.
Kendine iyi bak.
Y & D"

Bütün bu olanlar bana aşkı yeniden hatırlattı. Uzun süredir tatmadığım duygunun nelere sebep olabildiğini. Hayatı nasıl anlamlandırabildiğini. Ne kadar can yakabileceğini. Hüzünlü kısmı hakim olsa da günlüğün tamamına biz yine aşık olmak istedik D ile. Çokça...

Do It Yourself

Bülbülü Öldürmek

Uzun uzun kitap tanıtımı ya da eleştirisi yapabilecek yetkinlikte değilim. Bu yüzden sadece tavsiye edebillirim.
Bülbülü öldürmek oldukça ciddi olayları küçük bir çocuğun gözünden anlatıldığı bir roman. Yazarı Harper Lee'ye 1961 yılında Pulitzer ödülünü kazandıran kitap, 1962'de Robert Mulligan tarafından beyaz perdeye aktarılıyor ve başrol oyuncusu Gregory Peck'e "En İyi Erkek Oyuncu" Oscarını kazandırıyor.
1930'lu yıllarda, Amerika'nın bir kasabasında halkın önyargıları ve ırkçılık. Buna karşı koymaya çalışan bir avukat ve onun çocuklarının karşı karşıya kaldığı olaylar.

"Bu dünyada bazı insanlar vardır ki hoş olmayan işlerimizi yapmak için doğmuştur."

BGBŞ-2


Pabucunu baya bir dama attığım BGBŞ ikinci şarkısıyla karşınızda. "Angus and Julia Stone" kardeşler yumuşak sesleriyle beni öyle bir ele geçiriyor ki genelde suratımda maloş bir sırıtmayla dinliyor oluyorum. Onların müziği nasıl desem, böyle ımmm, kimsenin olmadığı bir yerde hamakta sallanıyormuşum ve cenneti düşlüyormuşum gibi.
Albüm "Down the Way" şarkı "Hold On".
İyi dinlemeler.

Her Ses Bir Hatıra

Cemal Süreya diyor ki bir şiirinde: "Sesinde ne var biliyor musun? Eski öpüşler var."

Her ses bir hatıra ya hani; çoğunlukla da acı, acım, acılarım, acılarımız.
Bazen bir takıntı. Gölge gibi, beynini kemirir gibi.
Hep takipte hep aklında. Hep bir şeyler anlatıyor, bir şeyler söylemek istiyor kulaklar tıkalı kalmaya çalışırken. Asıl amacı da unutmamanı sağlamak. Her hatırladığında sızısını derinlerde hissetirmek.

Sesler

Gecenin bir zamanı evine gelince
Kilitte duyuyorsan anahtarın sesini
Anla ki yalnızsın

Elektrik düğmesini çevirince
Çıt diye bir ses duyuyorsan
Anla ki yalnızsın

Yatağına yatınca
Yüreğinin sesinden uyuyamıyorsan
Anla ki yalnızsın

Odanda kâğıtlarını kitaplarını
Duyuyorsan zamanın kemirdiğini
Anla ki yalnızsın

Bir ses geçmişlerden
Çağırıyorsa eski günlere
Anla ki yalnızsın

Değerini bilmeden yalnızlığının
Kurtulmak istiyorsan
Kurtulsan da yapayalnızsın 


Aziz Nesin

Hep onun sesi olması gerekmiyor. Aziz Nesin anlatmış: apayrı sesler bile çağrıştırır onu ve onun yokluğunu. bu yüzden sessizliğe alışmak belki kolay. Ama onun sesinin olmayışına alışmak zor...

Son olarak da Behçet Necatigil'den "Sanki ses olmayınca hiçbiri olmuyordu."

Alice Harikalar Diyarında


Çocuk edebiyatında 'hakkında en çok konuşulan eser' ünvanına sahip bir kitaptan bahsediyoruz.

Geçtiğimiz senelerde Tim Burton uyarlamasıyla beyaz perdede izlemiş ve eserden bağımsız kurgusuna rağmen çok sevmiştik. Johnny Depp, Helena Bonham Carter ve Anne Hathaway'ın bir arada olduğu bir filmi nasıl beğenemezdik ki zaten. Alice'imizi canlandıran soluk benizli Mia Wasikowska da bizi yeniden çay partilerinin keyifli atmosferine sokmayı başarabilmişti.

Şimdi kitabı bir süreliğine kenara bırakıp, eserin yazılma sürecine ve yazarına bakalım. Gerçek ismi Charles Lutwidge Dodgson olan Lewis Caroll aslında Oxford Üniversitesi'nde çalışan, bir yandan da kısa öyküler ve şiirler yazan bir matematikçi. Üniversitesinin dekanı Henry Lidell ile yakın dostlukları var. Caroll 1862 yazının bir gününde Lidell'in üç kızı Lorina, Alice ve Edith ile nehirde sandal gezintisine çıkıyor. Kızların canı sıkılınca onlara bir masal anlatmaya başlıyor.Alice masalı o kadar çok beğeniyor ki Caroll'a yazıya dökmesi için ısrar ediyor. Yazar öyküsünü kendi elleriyle resimleyerek Alice'e hediye ediyor. Kitap 1865 yılında profesyonel bir çizer olan John Tenniel tarafından resimlenerek yayımlanıyor ve büyük başarı kazanıyor.

Alice Harikalar Diyarında fantastik edebiyata öncülük etmekle kalmayıp, 'nonsense literature' kapsamında da yerini alıyor. Tuhaf karakterler, garip olaylar ve anlamsız çağrışımlarla örülmüş eserlerden oluşan bu edebiyat türü mantıksızlık içinde kendine ait bir mantık içeriyor. [Tülin Kozikoğlu, Radikal Kitap/2010]

Caroll da gerçeklerle oynayarak alıştığımız anlamları bozar gibi görünürken aslında anlatmaya çalıştığı her ne ise onun altını çiziyor. Yazarın abartılı espri anlayışı, kelime oyunları, bilmeceleri, zıtlıklarla oluşturuğu olay örgüsü, alışılmamış davranışlar, sıradışı metaforlar kitap boyunca bize eşlik ediyor.


Benim önerim kitabı yazarın size çizdiği yolda bir çocuk gibi ilerlemeniz ve Alice gibi bir an düşünmeden tavşanı takip edip delikten atlamanız. Tabi bunu yaparken elinizde mutlaka keyfinizi sekteye uğratmayacak bir çeviri olmalı.

Rica Ediyorum

Tam şu an hayatımda küçük sihirlere ihtiyacım var. Bana yaşadığımı hissetirecek, yüzümde sıcak tebessümler oluşturacak.

Makaron Aşkına


Efsaneler nasıl doğar? Birçoğu mütevazı bir hikayeyle. Bizimki şöyle başlıyor: Bir değirmenci olan Louis-Ernest Ladurée 1862 yılında Rue Royale'de ilk pastanesini açar.1871'de Paris Komünü olayları sırasında pastane yanar ve hemen sonrasında duvarları melek figürelri ile süslü, artık Ladurée ile özdeşleşmiş açık yeşil ile yeniden dekore edilir. O zamanlar kadınların kafelere gitmesi hoş karşılanmazken; Monsieur Ladurée ve karısı klasik Paris kafesi ile pastaneyi aynı çatı altında birleştirme fikrini uygulayarak Paris'in ilk 'çay salonu'nu kurar ve kadınları da dükkana çekmeyi başarırlar. Buranın üne kavuşması ise 1930 yılında Ladurée'nin torunu Pierre Desfontaines'in iki ince ve narin makaron bisküvisi arasına ganaş kreması dolgulayark yarattığı tatlı sayesinde gerçekleşir. Dünyanın pek çok yerinde pek çok farklı yöntemle yapılıyor olmasına rağmen makaron denilince akla ilk gelen Desfontaines'in keşfi olan, Paris'te hemen hemen her pastanenin vitrinini süsleyen bu minik, renkli, narin ve cazibeli sihir dolu yuvarlaktır. Sadece makaronları değil, Ladurée'nin pastaları, çikolataları, şarküteri ürünleri, kendi ismiyle üretilen şampanyaları, mum, parfüm ve ev kokuları gibi hediyelik aksesuarları da aynı zarafeti ve cazibeyi taşır. Geçen sene tüm malzemeleri ve şefiyle birlikte Paris'ten gelip Bebek'te açılan ikonik pastanenin Caramel a la Fleur de Sel (karamel), Café (kahve), Fleur d'Oranger (portakal çiçeği), Pétales de Rose (gül yaprağı), Fruits Rouges (kırmızı meyveler), Vanille (vanilya) kavuştuğumuz lezzetlerden bazıları. Belki yanınıza Paris'teki gibi, sabah tıraşını olmuş, takımını çekmiş yetmişlik bir beyefendi oturmadı ama Ladurée İstanbul'un dekoratif pasta kutuları ve cıvıl cıvıl makaronlarla süslü vitrini Bebek'e çok yakıştı.
[Vogue Eylül/2010 Zeynep Erekli, Zeynep Üner]

Paris Haute Couture Moda Haftası

Paris'te geçtiğimiz hafta 2011 Kış-Sonbahar sezonu için hazırlanan Haute Couture koleksiyonlar moda dünyasının beğenisine sunuldu. Özellikle Gallianosuz Christian Dor defilesi için nefesler tutulmuştu.

Alexis Mabille ile başlayalım.İlk elbisedeki Tinkerbelle esintisi muhteşem...


Alexandre Vauthier'in koleksiyonu 3-4 parça dışında tamamen kırmızı tonlarından oluşuyordu. İlk elbiseyi o çirkin kız yerine Mad Men'in Joan'ı Christina Hendricks üzerinde görmek lazım!


Armani Prive defilesi benim için biraz hayalkırıklığına sebep oldu. Renkli flu desenler ve siyah kullanımının oldukça fazla olduğu bu koleksiyonda farklılık yaratacak bir tasarım bulamadım. En azından fikir vermesi aynı zamanda keskin çizgilerinin ve saç aksesuarının hoşluğu sebebiyle bu parçayı seçtim.


Atelier Gustavo Lins koleksiyonundan bu parçayı seçmemin sebebi apayrı. Bildiğiniz üzere Paris'te gerçekleşen bu moda haftası oldukça elit bir kesime hitap ediyor ve defileler için özel davetiyeler hazırlanıp dağıtılıyor ve defileyi sadece bu davetliler izleyebiliyor. Şimdi... Sözüm sana 'parmak arası terlik sahibi', orada olduğuna göre önemli biri olmalısın. Ama tasarımcıya, tasarıma ve diğer davetlilere bu kadar saygısızsan neden ordasın?


Kısa bir krizin ardından tekrar rahatlatıcı ve mutlu edici bir isime geldik. Chanel...
Çoğunlukla gri,siyah ve beyaz gibi renkleri gördüğümüz defilede Chanel'in sembolü haline gelen tüvit ceketlerden yine vazgeçilmemiş, büyük düğmelerle modifiye edilmiş. Defile boyunca diz boyu eteklerin dizüstü çizmelerle kombinlenmesine göz bir türlü alışamıyor ama Karl Efendi yapınca boynumuz kıldan ince. Tül eldiven ve göz bantları hoşluğuyla dikkat çekerken saç modeli de bu kışın trendi olacak gibi.


Christian Dior... Irkçı söylemleri sebebiyle John Galliano'nun görevden alınmasının ardından Bill Gaytten ve Susanna Venagas ikilisi Dior'un Galliano olmadan da yola devam edebileceğini kanıtlamak için kolları sıvamıştı. Ancak koleksiyon eleştirmenler tarafından beğenilmedi ve yaratıcılığın sınırlarını zorlarken aynı zamanda giyilebilirliğin yakalanmasının ne kadar zor olduğu bir kez daha anlşıldı. Bu yüzden de Galliano'nun yokluğu fazlaca hissedildi. Hayalkırıklığına sebep olan bu defileden sonra markanın sorumluları taze kan için arayışa başladı. Yine de moda haftası boyuncaki en renkli koleksiyon olmasıyla kalbinizde küçük bir yere sahip olabilir. Şeker tonlarına içteniçe sempati duyduğumu da inkar edemem, masal temasına kim hayır diyebilir ki? Şapka ve saç aksesuarlarının aykırı ismi Stephen Jones ise yine alkışlanacak güzellikte tasarımlarla katkıda bulunmuş.


Elie Saab her parçasıyla muhteşem bir koleksiyon sergileyerek modaseverleri oldukça mutlu etti. Markanın klasik özelliklerine sahip olmasına rağmen bu ışıl ışıl elbiseler moda haftasına damgasını vurdu ve bütün kadınların aklını başından aldı. Modellerin neredeyse makyajsız ve oldukça sade bir saç modeliyle taşıdığı kıyafetlere hiçbir aksesuar da eşlik etmedi. Herkes gibi benim de arzuladığım bu tasarımları önümüzdeki yıl kırmızı halılarda bir hayli fazla göreceğiz gibi...


Jean Paul Gaultier koleksiyonunda maskülenlik ön plandayken çoğunlukla koyu renkler kullanılmış. Defilenin finalde sokağa taşmasıyla çok renkli görüntüler oluşmuş.


Maison Rabih Kayrouz nötr renklerden oluşan, oldukça minimalist bir koleksiyon sundu davetlilere. Sadeliğe dikkat çekmek için de modelleri suyla kaplı bir podyumda çıplak ayaklarla yürüttü.

 
On Aura Tout Vu koleksiyonundaki bu parça çok hoş ancak transparanlığı cesaret gerektiriyor.


Stephane Rolland defilesinde ihtişamlı, feminen ve hacimli maksi elbiseler çoğunluktaydı. Eleştirmenler tarafından çok beğenildi.

Valentino defilesine lüks ama sade uzun elbiselerin yarattığı romantik bir hava sahipti. Kadifenin dokusundan nefret etmeme rağmen göğüs kısmındaki desenle bu siyah elbise beni kendine aşık etti. Ayrıca modellerin saçları da hayranlık uyandırıcı cinstendi.

Zuhair Murad kendi deyimiyle yine 'modern prensesler' yaratmıştı. Kabarık elbiselerin çiçek ve taşlarla belirginleşmiş nakışlardan gözlerimi alamadım. Fiyonk detayını çok seven tasarımcı bu kez kemerlerde ona yer vermiş gözüküyor.


Son olarak Iris van Herpen tarafından tasarlanmış giyilebilirlikten uzak olmasına rağmen izlemenin keyifli olduğu parçalara yer veriyorum. Elbiselerin formlarına ve tasarımcının hayalgücüne bayılmamak elde değil.

 
Bir moda haftasını da böyle sonlandırdık...

Fotoğraflar: www.vogue.com.tr

Haute Couture Üzerine

Paris'te bu hafta gerçekleştirilen ve bütün dünyanın ilgiyle takip ettiği Haute Couture Moda Haftası'na ve koleksiyonlara değinmeden önce biraz da moda tarihindeki öneminden ve günümüz şartlarındaki konumundan bahsedeyim. Çünkü Haute couture modanın gelişimince büyük bir adım, tasarımcılar için özgür bir alan ve kesinlikle gerçek bir sanattır.
Haute couture, ünlü tasarımcılar tarafından kişilerin ölçülerine göre yapılmış kıyafetler anlamına gelen bir moda terimidir. Haute couture Charles F. Worth tarafından Paris'te yaratılarak 19. yüzyılın ikinci yarısında modada belirleyici bir rol üstlenmiştir. 20. yüzyılın başlarında Paul Poiret, 1. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Coco Chanel gibi isimler haute couturede önde gelmektedir. 30'larda başta Christian Dior Modaevi olmak üzere birçok haute couture evi açılmıştır. 60'lı yıllarda ise önemini yitirmeye başlayan haute couture, yerini 'pret-a-porter'a bırakmıştır. [Kostüm ve Moda Tarihi - Elif Jülide Dereboy/2004]

Charles F. Worth'un tasarımları
Bir ilah: Coco Chanel
Paul Poiret özel tasarımı için çalışırken

Moda dünyası hala tartışıyor:  Haute Couture ölüyor mu?
Özel müşteriler için elde hazırlanan koleksiyonlarıyla, terzilik geleneğini bir Ortaçağ loncası gibi koruyan büyük Haute Couture modaevleri, yeni çağın hazır giyim (pret-a-porter) demokrasisi karşısında pes etti mi?
Evet, Paris’te birçok marka, Haute Couture koleksiyonu hazırlamaktan vazgeçti ve sadece hazırgiyimle ilgilenmeye başladı. Özellikle Yves Saint Laurent, Versace, Balmain, Lanvin gibi dev isimlerin bu sektörden vazgeçmesi tartışmaları başlattı. Bu gidişe en büyük tepki İtalyan tasarımcılardan geldi.71 yaşındaki Giorgio Armani akıntıya karşı kürek çekerek, Paris’te 2007 yılında ‘Armani Prive’ adını verdiği ikinci Haute Couture koleksiyonunu sergiledi ve Paris Match dergisine verdiği demeçte köpürdü ve "Haute Couture’ü öldürdüler." ve
"Ben bir ders vermek, kadınlara hiç de gülünç olmadan haute couture giyinebileceklerini göstermek istiyorum. Haute Couture tiyatro değildir." dedi.

Hak vermemek mümkün değil, moda dünyasına daima apayrı bir hava katan haute couture koleksiyonların kullanıcıları azalıyor olsa da son getirilemeyecek kadar değerli. Chanel, Dior, John Paul Gaultier ve Elie Saab gibi büyük isimler altında insanın yaratıcılıklarının ve hayalgüçlerinin sınırlarını zorlayan tasarımların artık hiç olmayacağını düşünmek bile istemiyorum. Neyse ki bu konuda hala ısrarcı ve istikrarlı modaevleri var.


Hayatı Iskalama Lüksün Yok Senin

Hayatı Iskalama Lüksün Yok Senin

Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına
inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat
olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve
yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme
yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.

Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya
hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı
neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile
karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin.
Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her
zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi
halin cezanda indirim sağlamaz.


Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu
yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen
karşılığında mutlaka başka bir iddiayla
karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması
gerektiği gibi yaşadın.Özledin, içtin, ağladın,
güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın.
"Peki o ne yaptı" deme. Herkes kendinden sorumludur
aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine
engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik
yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak
için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için?
Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o
lüksü sonuna kadar yaşasın.


Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak"
yaşamayı Öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani,
yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu
hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... Epeydir
eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken
de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin
sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif
verecek sana.Yine içeceksin rakını balığın yanında.
Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de
cabası....


Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun
asolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip
de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın
sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter
ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda
duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o
zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler
değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...

NAZIM HİKMET RAN

Florence + The Machine

Derinden bağlı olduğum bu kadını ve grubunu kimse bilmesin şarkılarını benden başka kimse söylemesin diye insanlardan saklamaya çalıştım. Ama adeta bana bahşettiği müthiş zevkin karşılığını vermem gerekir gibi hissettiğimden bu sayfada birkaç şey söyleyeceğim ama siz yine de dinlemeyin yani, hoş olur.

Ne kadar reddetmeye çalışsam da kadın solistli gruplar beni her zaman kendine daha çok çeker. Benim için bir milatı Imogen Heap başlatmış Florence and the Machine devam ettirmiştir. Blonde Redhead de takılıyor öyle kıyıda köşede.

2007 yılında kurulan BBC destekli grup çeşitli indie sahnelerde akabinde Glastonbury ve Reading and Leeds festivallerinde sahne alarak adını duyurmaya başlamış, 2009 yazında da ilk albümleri Lungs'ı çıkarmıştır. Ne“Machine”, Florence’nin başından beri müzik ortağı olan bu keyboardcı Isabella Summers'ın lakabı aslında. Ama konsept gereği tüm ekibi adlandırıyor.  Zaten grup diyor olsak da Florence and the Machine tamamen Florence Welch üzerine yapılandırılmış.

Gelgelelim yaptıkları müziğe... Florence'nin sesi insan üstü güzellikte, çıkışlar inişler çığlıklar her şeyiyle sizi şarkının içine çekiyor ve bir süre sonra siz de deli gibi bağrınmaya başlıyorsunuz evin içinde. Girişinde gayet yavaş olduğu inancına kapıldığınız şarkıların bile enerjisi o kadar yükseliyor ki şarkı bittiğinde kendinizi hipnotize olmuş gibi hissediyorsunuz. Şarkılardaki farklı ritimler, aralara serpiştirilmiş harp tınıları of ki of.

Ama olay Florence'de.  Bunu bilir bunu söylerim ben. Kadının havası apayrı. Evet belki öyle süper bir yüz güzelliği yok ama karizması yeter bir de tatlılığı. Birkaç performansını ve röportajını izlerseniz kameraya bakmaktan nasıl kaçındığını, ellerini sarsakça kullanışını, şarkıya kendini nasıl kaptırdığını, istediği sese ulaştığında nasıl zıplamaya/dans etmeye başladığını siz de görürsünüz. Ahh bir de o aksan... Gördüğünüz gibi ben bu kadını fazlaca seviyorum.



Şarkılarda yer yer ölüm, vahşet, şiddet gibi karanlık temalara rastlayabilirsiniz. Bu kadar genç bir sanatçı için (1986 doğumlu) ağır olduğu düşünülse de aslında doğal çünkü zavallı Florenceçiğim 10 yaşında dedesinin yavaş yavaş ölümüne, 14 yaşında da anneannesinin intiharına tanık oluyor. Hatta 'Dog Days Are Over' şarkısının kaynağının bu üzücü olay olduğu söyleniyor. Bir de Florence 12 yaşındayken annesi onu da alarak evi terk ediyor ve komşuya kaçıyor. Burda iyice içine dönüyor ve bütün gün odasına kapanıp yüksek sesli müzikler eşliğinde dans ediyor. Neyse ki düzgün bir akademik eğitim alıyor ve öğretmenlerinin şarkı söylemesi yönündeki tavsiyelerine kulak asarak bu yönde çalışmalarına devam ediyor.

İlk ve şimdilik tek albüme bakarsak şu şarkıları görüyoruz:
1-Dog Days Are Over
2-Rabbit Heart (Raise It Up)
3-I'm Not Calling You a Liar
4-Howl
5-Kiss With a Fist
6-Girl With One Eye
7-Drumming Song
8-Between Two Lungs
9-Cosmic Love
10-My Boy Builds Coffins
11-Hurricane Drunk
12-Blinding
Bir de Bonus Track olarak You've Got the Love'ın Florence and the Machine versiyonu.

Ayrıca bu  albümün 2010'da yayınlanan B-Side versiyonunda 'Heavy In Your Arms' isimli tapılacak bir şarkıyla karşılaşıyoruz. Twilight filmlerinden birinde kullanılarak basite indirgenmiş düşüncesi* verse de bu şarkı, nasıl söylesem farklı bir boyuttan sesleniyormuş gibi geliyor bana. Florence "I was a heavy heart to carry." diye haykırırken boşluğa, ben de onunla birlikte sürükleniyorum.

Tüm şarkıları güzel olan albümler ne kadar kısıtlıysa bu albümdeki bütün şarkılar o kadar güzel. 

Rabbit Heart için şunlar söylenmiş:
Florence nihayet (bence en iyi şarkılarından biri olan) “Rabbit Heart (Raise It Up)”ı albümün hemen öncesinde 2009′da çıkarıyor. Bu nasıl bir şarkıdır Yarabbim? Harpın arkaik lirizminin üzerine eklenen ham davullar, hırçın yaylılar ve keyboarddan aktarılan sert titreşimlerle kulağa akan melodi o kadar değişik ki neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Şarkıyı bir kefeye koymak mümkün değil. Son zamanlarda dinlenebilecek en kaliteli düzenlemelerden biri. Florence’ın vokalindeki duadan çığlığa kadar uzanan değişkenlik insanı yüreğinden yaralıyor. Üstüste binen ses kanalları sayesinde Florence’lardan oluşan bir koro hissiyatı oluşturan bu sonuca ulaşmak benim diyen tonmaisterlerin saçlarını yolduracak cinste. Temel olarak “önemli bir karar vermeden önce duyulan korku” hakkındaki şarkı için Florence şöyle demiş: “
“Bütün o karanlık şarkıları yaptım. Ve firma artık daha neşeli şeyler yapmamız gerektiğini düşünmeye başladı. Bunu yapmaya çalıştığım süreçte bir şeyleri kurban ettiğimi farkettim. Evet neşeli piyanolarım ve davullarım vardı ama sözler şöyle geldi:
‘Bu bir lütuf/ Ama bedeliyle gelir/ Koyun kimdir/ bıçak kimdir?’
Rabbit Heart korku hakkında bir şarkı. Ve spot lambalarının altında bulunmaktan.” (www.blogkatalog.net) 



Albümde yer almayan büyük ihtimalle single olarak yayınlanmış Falling, Bird Song ve Hardest of Hearts da takdire şayan. Bird Song'da Florence penceresinde yüksek sesle şarkı söyleyen bir kuşla verdiği savaşı anlatırken siz kesinlikle dans ediyor olacaksınız.

Dog Days Are Over mutluluk tarafından çarpılmış bir kadının değişmekle değişmemek arasındaki ikilemlerini anlatarak insanı gaza getirirken, Cosmic Love da dünya dışından çaresizce "Yıldızlar, ay hepsi söndürülmüş. Beni karanlıkta bıraktın. Ne şafak ne gün hep içindeyim bu alacakaranlığın, kalbinin gölgesinde..." diyerek haykırıyor (Ayrıca bu şarkı Gossip Girl'un çok tatlış bir bölümünde kullanılmıştır.)

Florenceçiğim aldığı güzel ödülleri de yazmak isterdim ama post çığırından çıktı. Kendimi durduramaz oldum. Ama hakkını verdim bence, hıhı. 

Bir kaç da Florence fotoğrafı ile sonlandırayım:




*Twilight soundtrack deyip hırpalamayın Sia'nın My Love'ı ile The Editors'un No Sound But The Wind'ını da mutlaka dinleyin.

Bir Güzel Yazı

Marie Claire Haziran sayısında denk geldiğim Duygu Hamdioğlu'nun yazısı duygularıma o kadar tercüman oldu ki hemencicek buraya yazıverdim.

Duygu Hamdioğlu'nun seçimi: Romantik

"Romantik tasarımlar beni her sezon biraz daha kendine çekiyor sanırım... Bembeyaz danteller, yarı transparan şifonlar saflığın ve güzelliğin simgesi olarak çok cazip! Masumiyet tasarımcıları da büyülüyor. Seksi kadının yaratıcısı Dolce&Gabbana'nın İlkbahar-Yaz koleksiyonundan etkilenmeyen var mı ya da o pastel renkli çiçeklerinden? Salvatore Ferragamo'nun şifonlarına ne demeli? Kendinizi kırlara atmak gelmedi mi içinizden? Yüzünüzde masum bir gülümseme belirmedi mi? Gotik kadınların siyah rujları, o yas elbiseleri baharın enerjisini düşürüyor. Transilvanya şatolarına kapatsınlar kendilerini! Benim de neşemi kaçırmasınlar. Ben zarif porselenlerin, eskitilmiş ahşap mobilyaların, çiçekli taçların, incilerin, dantel elbiselerin kadınıyım. Çimlerin üstünde içilen beş çayını seviyorum. Çevremde içimi açan kadınlar görmek istiyorum, depresif siyahlar değil.  O yüzden de Kate Bosworth, Kirsten Dunst favorilerim. Jane Austen romanlarının kadın kahramanlarına öykünüyorum. Kabarık dantel elbiselere, omuzları açıkta bırakan fırfırlı bluzlara, şifon şortlara, masum iç çamaşırlarına, dantel espadrillere hayranım. Alexander Mcqueen'in kelebekli stilettoları hayallerimi süslüyor. Heykel gibi duruyorlar karşımda. Baharı matem tutarak geçirmeyin derim. Benim gibi yapın ve ekrulara beyazlara yönelin. Yazın ve güneşin tadını çıkarın."


















 Fotoğraflar: www.weheartit.com